İstanbul, gezmekle tükenmeyen , anlatmakla bitmeyen bir şehir. Böyle bir şehirde doğdum. Okul hayatım, ailem, dostlarım, arkadaşlarım...Sokaklarında, yaşam ve kültür merkezlerinde herseyimle yaşadığım, büyüdüğüm tek şehir.
Ömrümün yarısını İstanbul’da geçirdim.
Sonra bir rüzgarla geldim Kuşadası’na.
3 sene oldu. İşimle, ailemle yerlestim buraya. Türkiye'nin en kalabalık, en metropol şehrinden çıkıp 140.000 nüfuslu bir yere yerleşmek...
Bugüne kadar en kalabalık, en eğlenceli zamanlarında sahil kasabalarında bulunmuştum yani tatil içindi hep.
Kuşadası’na yerleştiğim zaman sessizliğin, sakinliğin, yeşilin, mavinin birbirine ne kadar çok yakıştığını anladım. Trafiğin olmamasının ve heryere beş dakikada ulaşabilmenin ne anlama geldiğini öğrendim.
Küçük yerleşim yerlerinde görüş ve düşüncelerin ne çok birbirine benzediğini, diğer insanlarla aynı değerler ve kültürle büyüdüğünü düşündüğün bir ülkede, ne de çok farklılıklar oldugunu öğrendim.
Çok doğal güzellikler varmış, çok zorlayan yalnızlıklar...
Bir çantayla çıkıp geldiğim sahil kasabasında, gerçek yalnızlığın ne demek oldugunu öğrendim .
Metropol hayatında herkes kendi derdinde, kendi hayatında yaşarken, küçük yerleşim yerlerinde herkesin, senin hayatının nasıl içinde olduğunu öğrendim .
Harcamaların daha az olduğunu, yaşamın daha yavaş geçtiğini, kendine kalan zamanın çokluğundan, aslında 24 saatin ne de uzun bir zaman dilimi olduğunu öğrendim .
Kronik migrenimin hava kirliliğine, strese, trafiğe, yaşamın hızlı geçişine bağlı olduğunu öğrendim .
Tatilin senede 15 günle sınırlı olmadığını, denize girilecek ayların 3 aydan çok daha fazla oldugunu, kış aylarında bile güneşin hep var olduğunu öğrendim .
Aktivitelerin daha doğal ortamlarda oluştuğunu, AVM yaşamlarından uzak gezmelerin, günlük hayatin içinde olduğunu öğrendim.
Çoğu insanın emeklilik yaşamı için kurduğu hayalin daha erken de gerçeklestirilebilecegini, tercihlerin neyi ne kadar istemekle alakalı olduğunu öğrendim ve hayatın da tercihlerden ibaret olduğunu...